24 Ocak 2011 Pazartesi

Yeni Türk Sineması

Türk sineması ile ilgili bir yazıya başlamadan evvel ilk elden şunu belirtmek icap eder: evet; doğrudur, Türk sinemasında 90’ların ikinci yarısından başlamak üzere bir hareketlilik, bir devinim, bir kıpırdayış var; ama hemen arkasından şunu da eklemek isterim: bu çıkış, bu ileri atılış henüz encamını, istikametini tam mahiyetiyle tespit edebilmiş bir atılım değil. Yani kısaca Türk sinemasının bir gelişim sürecinde olduğundan bahsetmek mümkün ama buna henüz ortak ve kendine münhasır bir dil ve kuvvetli bir ekol eşlik ediyor diyebilmek zor. Türk sinemasının kangren olan yerleri var ve buralara kan gitmediği müddetçe de daha uzun bir süre Türk sinemasında bir devrimden bahsetmek zor gözüküyor.

Peki, nedir bu kangren, bu morartı nerden neşet ediyor? Evvela şu: bu sinema özgün değil. Kaynakları keskin bir şekilde batı kaynaklı; “sanatta milliyet olmaz, sinemanın ortak dil havuzundan faydalanmak taklit veya yapaylık değildir” diye iddia edenler olabilir lakin benim bahsettiğim kaynak problemi bu değil. Bizim en yetenekli sinemacılarımız bile konularını seçerken ve işlerken söz konusu yönetmenlerin bu topraklarda yetişmiş insanlar olup olmadığı konusunda tereddüde düşüyor insan. Yani yetenekli bir Fransız yönetmenin bir müddet buralarda ikamet edip de çekebileceği tarzda filmler çekiyor yönetmenler. Filmler iyi hatta çok iyi belki ama özgün mü? Yerli mi? Dünyaya bu coğrafya ile ilgili esaslı bir fikir terennüm ediyor mu? Reha Erdem’i ele alalım. Her ne kadar son filmini askerde olduğum için izleyemediysem de daha önceki filmleri üzerinden gitmek istiyorum. ”Beş Vakit” filmini ele alalım mesela. Müthiş bir görüntü yönetmenliği, gerçekten iyi bir oyunculuk, sade bir dil. Bu filmi Danimarkalı bir adama seyrettirin ve film Portekiz’in güneyinde bir kasabada geçiyor deyin, yadırgamaz. Oysa film bir Türk köyünde geçiyor ve mevzusu da beş vakte sıkışmış bir imam ve onu öldürmek isteyen oğlu. Bir kere filmde ciddi bir tempo ve ritim sorunu var. Bu ritim ve tempo sorunu ise bu toplumun genlerine nakşedilmiş mizahi öğelerin filmde nerdeyse hiç mi hiç kendine yer bulamamasından ileri gelen bir husustur diye düşünüyorum. Oysa bu coğrafyada en sancılı, en acılı durumlar dahi bir şekilde mizah ile ilintilidir. Mizah kaçınılmaz bir gerçeğidir bu toprakların. Bizim en lirik şairlerimiz dahi mizah ile yoğrulmuştur. Bakın Mevlana, Pir Sultan, Sezai Karakoç, Turgut Uyar ve daha birçok şairimiz mizahtan nasibini almıştır. ”Kim öğretecek kedilere trafik bilgisini” diyebiliyor Karakoç mesela bir şiirin orta yerinde. Nasrettin hocayı ele alalım. Tasavvufta dahi bir mizah. Böyledir buralar. Oysa Reha Erdem’e döndüğümüz vakit görüyoruz ki sanki bir Fransız’ın yaşadığı varoluşsal gerilimler ile bir Türk köyünde yaşanan gündelik sıkıntılar eş, birbirinden farksız. Bir kere şunu diyelim, varoluşsal bir meseleye bir Anadolu bakışı ile Kıta Avrupa’sı bakışı çok farklıdır. Hüzne yaslıdır bizde varoluş, hüznün derin koyu mavisi vardır fonda ama umutsuzluk yoktur, boş vermişlik yoktur. Umuttur, mizahtır, hüzündür mayası bu toprakların. Biraz da isyan ve merhamet. Korku ve ümit. Öyle zannediyorum ki Reha Erdem, Nuri Bilge, Yusuf Kaplanoğlu gibi yönetmenlerimizin tempo ve ritim sorunu da buradan neşet ediyor. Yerli olmak yolunda kat edeceği çok mesafe var Türk sinemasının derken çıkış noktam da bu. Bu coğrafyanın irfani geleneğine yakınlaştıkça, kavradıkça halledilecek bir mesele bu ama diğer taraftan Türk sinemasının en önemli meselesi. Yukarıda saydığım üç yönetmen içinde en fazla umut bağladığım isim olarak Kaplanoğlu’na da bir parantez açmalıyım. Kaplanoğlu irfani geleneği en azından muhteva olarak yok saymayan ve ondan faydalanmaktan, beslenmekten kaçınmayan bir yönetmen. Yönetmenin Yusuf üçlemesinde Hazreti Yusuf’un kıssasını çeşitlendirip zenginleştirmesi ve modern zamanlara yumuşak bir geçişle indirmesi hakikaten kayda değer bir gelişme. Lakin kuramsal ve yöntemsel olarak kendine seçtiği yol biraz karmaşık. Şunu artık anlamak lazım değil mi: Anadolu teori ve kuram kabul etmiyor, benimsemiyor. Onu anlamak ve anlatmak ancak onun özbeöz kendi gerçeğine, kendi hayat pratiğine eğilmekle mümkün. Yılmaz Güney bu noktada anılmalı. Çünkü o Türk sinemasına ve hatta dünya sinemasına şunu armağan etti: sinema kendi derdini anlatırken kendi dilini kullanmalı, -buraya kadar bu üç yönetmenimiz de bunu yapabiliyor- lakin temasını anlatırken sinemanın kendi evrensel dilini kullanmak yetmez bir de kendini olduğu gibi anlatmalı. Çıplak, kendi gerçeğinin sınırları dâhilinde, kendi geleneksel pratiklerinden beslenerek. İşte bizim bu yetenekli yönetmenlerimizin es geçtiği nokta biraz da bu gibi geliyor bana. Mesela Kürt meselesi ile ilgili esaslı bir filmimiz var mı? Kutsala sataşmadan din ile daha doğrusu bidat ve hurafelerle hesaplaşan bir filmimiz var mı? Bir kaç film dışında yaklaşık 150 yıldır ulus-devlet modeliyle bu toprakları kasıp kavuran faşizm ile ilgili bir filmimiz var mı?(fikrimiz var mı?). Türk sinemasını takip eden biri bu toplumun kent soylu mu yoksa toprak medeniyeti mi olduğuna dair bir fikir sahibi olabilir mi? Bence olamaz zira kent-kır ayrımı da net değil sinemamızda. Kırsalın kalıp bir karşılığı var bizde, kentin kalıp bir karşılığı. Dışına pek çıkılmıyor. Kent: modern sıkıntıların yurdu, kır: taşra düşmenin sıkıntısı. Bir kaç istisna dışında kente ve köy yaşamına derinlikli bir bakış var mı? Avrupa sinemasına döndüğümüzde, Kıta Avrupa’sı kentsoyludur ve 100 yıldır gerek İtalyan sineması gerek Fransız sineması gerek İsveç sineması bunlarla film yaparak hesaplaştı, hesaplaşıyor. Tabi endüstriyel sinema mevzuumuzun ve kalbimizin dışında. Bu noktada tekrar Yılmaz Güney’e dönelim. Bir kere kabul edelim ki Güney en iyi yönetmenimiz. Teknik olarak aşılmış olabilir lakin dünya Türk sinemasını kabul ediyor ve gereken itibarını teslim ediyorsa bunun mimarı Güney sinemasıdır. Çünkü Güney yerli kalarak evrensel olabilmenin mümkününü tespit edebilmiş bir yönetmendir. Gerek “Umut”, gerek “Yol”, gerek “Duvar” .Hepsi de gerçeği çırılçıplak sunar ortaya ama sinemanın imkânlarını sonuna kadar zorlayarak, sinemaya sonuna kadar sadık kalarak. Tutturulması zor bir dengedir bu. Örneğin bu saydığımız 3 yönetmenin sinemaya sadakatleri sorgulanmaz bile ama kendi coğrafyalarına yakınlıkları tartışmaya değerdir. Hemen burada bir başka yönetmenimize dönelim: Yavuz Turgul. Turgul bu üç yönetmende olmayana sahiptir, coğrafyasına ve meselesine yatkındır, yakındır lakin sinemanın evrensel diline o kadar da yakın olduğunu söylemek güç. Turgul’u diğer üç yönetmenden daha fazla popüler yapan (müspet bir popülarite) onun daha iyi bir sinemacı olmasından ziyade bu coğrafyayı daha iyi tahlil etmesinde aranmalıdır. Hatta Yılmaz Erdoğan’ın “Vizontele” filmini de böyle düşünmek lazım ki “Vizontele” filmine çok ayrı bir parantez açmak gerekir. Bir film olarak baktığımızda pek de başarılı olmayan bu film neden bu kadar ilgi görmüştür? Sebebi bence basit: filmin yönetmeni anlattığı mevzunun ve mekânın gerçeğine tümüyle hâkim. Fikir veya tema ithalatı yok ve bu filmi önemli bir film haline getiriyor bir çırpıda. Yılmaz Erdoğan bir yönetmen olarak başarısız ve eksik olabilir ama filminin gerçekliğine izleyiciyi taşıyabilmesi filmini kayda değer bir film haline getiriyor sinemasını getiremese de. Güney’i zirveye koyan ise hem iyi bir sinemacı olması hem de bu toprakları çok iyi bilmesidir diye düşünüyorum.

Bir diğer kangren de şu: Türk sineması Türk şiirine hep bir mesafe koymuştur. Bunun en bariz örneği 60 ‘lı yıllarda Türk şiirinde büyük bir devinim olan 2.yeni cereyan ediyor iken ve mevcut şiir algısını allak bullak ederken aynı dönemde sinemanın bu yeni akıma kendi imkânları dâhilinde nerdeyse hiç reaksiyon vermemiş olmasıdır. Oysa batıda şiirde yeni bir akım hemencecik sinemaya atlayabiliyor veya tam tersi sinemada bir atılım şiirin sınırlarına girebiliyor. Türk şiiri ve sineması arasında var bulunan bu geçişkenlik ve iletkenlik problemi de Türk sinemasının aleyhine işliyor diyebiliriz. Çünkü Türk şiiri kuvvetlidir ve ondan yararlanmayı seçenlere kollarına açmasını bilir. Uzak ve sert görünür, merhametli ve samimidir oysa. Ben sinemanın sanıldığının aksine roman veya öyküden değil de daha çok şiirden alacağı olduğuna inanan birisiyim. Çünkü şiir sinemanın derinlik açığını kapatır. İtalyan yönetmen Pier Paolo Passolini de yönetmen-şair olarak bu dediklerime iyi bir örnektir. Passolini bir şair olarak sinemanın ihtiyaç duyduğu derinliği kargaşaya ve kafa karışıklığına uğratmadan filmlerine servis etmesini bilen bir yönetmendi. Şiirin sinemaya üslup konusunda da hizmet edebileceğini umuyorum ayrıca. Sanat en nihayetinde bir üslup değil mi? Kendi sesini, görüntüsünü arayan yönetmen şiirin sessiz vadisine uğramalı; hele hele yanı başında Türk şiiri gibi bir imkân dururken. Bugün Türkiye’de Türk sineması, meseleleri 10 sene geriden takip ediyor gibi oysa şiir nerdeyse 20 sene önden gidiyor. Bir fikir, bir değişim evvela şiirden zuhur ediyor bizde. Şiir bu memleketin avlusu.(İsmet Özel “Türk şiiri Türk’ün iklimidir” derken bunu mu kastediyordu dersiniz?)

Türk sinemasının bir diğer kangreni ise tiyatro çıkışlı bir sinema olması. Ne demek peki tiyatro çıkışlı sinema? Bizim sinemamızın çocukluk yılları tiyatrocuların elinde geçmiştir. İlk filmlerimizi tiyatrocu Muhsin Ertuğrul çekmiş ve bu da ister istemez filmlerin kameraya çekilmiş oyunlar olmasına sebep olmuştur. Bu tiyatro etkisi Türk sinemasının kendi dilini uzun bir süredir bulamamasının en büyük saiklerinden biri. Hâlihazırda kullandığı bir tiyatro dili var iken kendi diline eğilmeye, onu bulmaya ne yazık ki pek bir mesai harcamamıştır bizim sinemamız.90’lı yılların ikinci yarısında, yukarıda bahsettiğimiz çıkışı yapan yönetmenler ve filmleri dahi eskisi kadar olmasa da hala dillerindeki ‘teatral’ havayı fark ettiriyor. Tiyatronun dili hala sinemanın dilini domine ediyor Türk sinemasında. Sinemaya kafayı takmış, sırf sinema, sadece sinema diye diye gezen adamlar lazım bize. (Ve çıkacak öyle adamlar inşallah). Çünkü biraz iddialı olacak ama Cumhuriyet tiyatrosu başlangıcından bu yana kısırdır. Bizim laiklerimiz tiyatroya ibadet eder gibi gider, o kuru, ruhsuz oyunları dakikalarca ayakta alkışlar lakin sinemaya pek gitmezler. (Örneğin laiklerin sinemaya fazla gitmiyor oluşu dahi sinemanın bu coğrafya için ne büyük bir imkân olduğunu gösterir bize.) Tiyatro devletin bir oyunu Türkiye’de, (bağımsız oyunlar çıkaran yetenekli ve aklı açık oyuncuları tabii ki tenzih ediyorum, “semaver kumpanya” mesela) oysa sinema bağımsız, asi ve derin. En azından önünde uzanan yol böyle, henüz o yolda emeklese de.

Türk sineması derken elbette es geçilmemesi gereken bir önemli yer daha var: Yeşilçam! Yeşilçam kuşkusuz iyisiyle kötüsüyle büyük bir deneyim. Bir “Selvi Boylum Al Yazmalım”,”Vesikalı Yârim”,”Sevmek Zamanı”. Bu filmler yeni Türk sinemasına her durumda kan verebilecek, yaralarını sarabilecek, anaç filmler. Yeşilçam’ın bir diğer yanı var bir de: seyirciyi tembelleştiren, bir duygu seli içinde aptallaştıran ve dünyaya yeni bir şey sunmayan şu aşırı melankolisi ve kurgusallığı. Kuşkusuz Türk sinemasının izleyici kitlesini de değişen, dönüşen, devinen yeni Türk sineması koşusuna dâhil edememenin en büyük sebebi de bir yanıyla Yeşilçam. Annemle bir Nuri Bilge filmi izledikten sonra verdiği tepki:”oğlum, böyle karamsar filmler izleme, ruhun sıkılır”. Oysa iyi bir filmdi seyrettiğimiz ve işin garip tarafı karamsarlıkla alakası yoktu. Kısaca Yeşilçam önemlidir, dikkate şayandır ama önemli olduğu nispette değerli ve verimli midir? O kısmı müphem. Bizim yönetmenlerimizin ya tamamıyla ideolojik yahut tamamen apolitik filmler yapıyor olmasını da ben biraz Yeşilçam’a bağlıyorum; bunun başka saikleri de var ama Yeşilçam’ın da gelişen bu yapıda payı yok değil. Gerçi bu ülkenin entelektüeli ne kadar derinleşirse derinleşsin bir takım tabuları yıkamıyor ne yazık ki. Örneğin bir sosyalist kalkıp faşizan laflar edebiliyor, bir Müslüman entelektüel bağnazlaşabiliyor, bir profesör “ordu göreve” dövizini taşıyabiliyor ne yazık ki. Hal böyle olunca bu yönetmenlere de sirayet ediyor. Bu problemin kökenini buralarda da aramak lazım ama bu tabi bir başka yazının konusu. Eğreti Türk modernleşmesinin sıkıntıları bunlar. Şimdilik geçelim ve yazıyı bağlayalım.

Son olarak da şunu söyleyelim, biz istiyoruz ki Türk sineması eğreti Türk modernleşmesine tıpkı Türk şiiri gibi başkaldırsın ve kendi suyunu akmaya ısrarla devam etsin. Ne Türk tiyatrosu gibi statükonun oyunlarına mahkûm olsun ne diğer sanatlar gibi halktan uzak kalsın, ne cumhuriyet mimarisi gibi ne idüğü belirsiz bir yere yerleşsin. İstiyoruz ki nasıl şiir bizim kalemiz ise, nasıl ki her şeyimizi tahrif etme güçleri var da “şiirimize” dokunamıyorlar, sinemamız da öyle olsun. Hakiki, isyankâr, samimi.

Yunus Melih Özdağ

Edebiyat Ortamı/sayı 17

21 Ocak 2011 Cuma

Yazlık Sinema

bir şey farkettim;
sinemayla yazlık sinemada tanışanlar
sinemayı bizim nesilden çok daha derin seviyorlar.
mesela onlara en sıkıcı filmi izletin izlerler,sıkılmazlar
yahut aylarca film izlemesinler,ilk oturup izleyişlerinde
film izlemeyi bizden çok özlediklerini hemen farkedersiniz.
sinemayı bizden daha az önemserler,ama sanki
daha çok severler.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Unutulmayan Sahneler: Altan Erkekli-Anlat İstanbul


Ulan Şenay Hanım, ben seni seviyordum be!
Aşıktım ulan ben sana, sular, seller gibi aşıktım, köpekler gibi aşıktım.
Tüm mahalleli dalga geçiyordu benimle
Ama ben kimselere kulak asmadım
Neymiş? Aşkın gözü körmüş… kör olsun!
Demek masal âleminde yaşıyormuşuz… masal bitti!



Kırdınız ulan, kırdınız!
Kıramadınız, işte bi bunu kıramadınız.
İstanbul’unuza geldik, karımı elimden aldınız, yetmedi ikinci karımı da aldınız
yetmedi bunu kıracaktınız, kıramadınız, kıramazsınız.
Bu benim silahım, topum tüfeğim be!
Ben bunu üfleyince ne oluyor biliyor musunuz?
Her şey değişiyo, her şey, her şeyi değiştiririm ben.
İstanbul’unuzu da masalınızı da başınıza yıkarım.

Uyanın! herkes de uyansın, yalan bunlar yalan, masal hepsi
Aşklarınız, meşkleriniz, eviniz, meviniz… hepsi yalan
Uyuyosunuz, uyutuyolar sizi.
Gelin gidelim buralardan, gidelim...

(Anlat İstanbul Filminden)