28 Ocak 2009 Çarşamba

İran Sinemasına Giriş

Her şeyden evvel şunu belirtmek elzemdir: İran sineması duyarlığın sinemasıdır, inceliğin. Bunu yalnızca lirik bir incelik olarak algılamamak gerekir (gerçi, her incelik de nihai olarak liriktir ya) zira İran sineması politik, sosyolojik, dini, psikolojik vs vs her vakayı ele alırken incelmiş bir estetik duyusu eşlik ediyor anlatıya. Fakat ben gene de İran sinemasının sırrını bizzat, yalnızca ve sadece bu incelikler dokumasında, duyarlık temaşasında aramak taraftarı değilim. İran sineması bu yüzyılın sonunda nerdeyse kilitlenen Batı sineması karşısına derinliği kendinden menkul bir teklifle çıktı. Teklif diyorum zira İran sineması bir filmi, bir hikâyeyi aktarmaktan çok bir şeyleri teklif ediyor adeta. Çocuksuluğu hiç ama hiç kaybetmemeyi, körlerin gören büyük gözlerini, serçelerin bitmeyen şarkısını, yağmurun sonsuz mesajını… Bütün bunları ve hatta daha fazlasını teklif ediyor dünyaya İran sineması. Sinemanın vardığı bir yer daha doğrusu dünya sinemasının vardığı bir yer olarak telakki etmekte fayda görüyorum ben bu imkânı. Zira Batı sinemasını bu anlamda yok saymak da haksızlık olur. Nitekim gerek İtalyan gerek Fransız sinemasının bu çağın ortalarında geçirmiş oldukları deneyimler bugün İran sinemasının geldiği yer ile birlikte düşünülürse şu yargıya varılabilir: İran sinemasının bir diğer sırrı da kendinden önceki ve kendinden başka sinema ekollerini sindirmiş olması ve kendi imkânları nispetince o sinemalardan alacağını almaktan imtina etmemesidir. Yani İran sineması bir Godard’a, Bunuel’e, Tarkovksi’ye, Fellini’ye açıktır. Bunu görebilmek için illa yönetmenlerin mülakatlarına eğilmeye gerek yok, kullandıkları dilin özgünlüğü bunu gösteriyor zira. Özgünlük diyorum zira özgünlük salt sinemada değil diğer bütün sanatlarda da olduğu gibi diğer ekolleri çok iyi bilmekten geçer, yok saymaktan ya da karalamaktan değil. Tam da burada meseleyi daha net anlayabilmek adına Edip Cansever’in şiirinden bir mısraya(öneriye) kulak verelim:”bütün ol ve ayrı tut kendini,zaten öyledir,hep öyledir”. İran sinemasını da dünya sinemasında bu kadar öne çıkartan şey de biraz budur sanki bütünledir fakat ayrı tutar kendini. Aslında yazının konusu değil ama tam burada Türk sinemasına bir parantez açabiliriz. Türk sinemasının da en büyük zafiyeti budur işte: Bütünle değildir ama ayrı da tutmaz kendini. Gerçi bu yalnızca Türk sinemasının değil Türk romanının, Türk modernleşmesinin, Türk ekonomisinin kısacası Türk şiiri hariç her türlü Türkî atılımın en büyük zafiyetidir. Fakat sinema hususuna gelirsek birkaç istisna dışında Türk sinemasında sinemanın evrensel geleneğine, büyük diline yaklaşmak iştihasını göstermek nasip olmamıştır pek kimselere. Zeki Demirkubuz’un ODTÜ’ye geldiğinde şunu anlattığını hatırlıyorum:’7.Mühür’ü izlemek için televizyonun karşısına geçip daha sonra sıkılıp açıp bir Al Pacino filmi izlediğini. Bergman’ın 7.mühüründen sıkılıp Albert Camus, Dosto özentisi yaptığı filmlerine ne demeliyiz o zaman? İran sineması konumuz lakin laf açılmışken bunu söylemek istiyorum: Zeki Bey, Bergman’dan sıkılıyorsanız Albert Camus’nun kötü taklitleriyle de canımızı sıkmayın. Geçin artık şu kafası karışık arada kalmış Avrupalı aydın tırışkasını, buradan bize 100- 150 yıldır ekmek çıkmadı, size de pek çıkmaz. Size ‘masumiyet’ yakışır,’kader’e boyun eğen o güzel boyunlar yakışır. Neyse bu uzun parantezi izninizle kapatıyorum)
İran sinemasının bir diğer büyüsü de Şia kültüründe aranmalıdır diye düşünüyorum. Hatta yalnızca Şia değil kadim Fars geleneğinde de aramak gerekir. Şöyle: Fars şiiri olsun Şia kültürü olsun görselliğe büyük önem atfeder. Gökçeliği görsellikte arayan, yansıtan bir kültürdür karşımızdaki. Bu da doğal olarak sinemasına diğer medeniyetlere nazaran daha büyük bir imkân veriyor.
Bu yazıyı İran sinemasına dair yazmayı düşündüğüm yazılar toplamının ilki olarak yazıyorum, bir nevi bir girizgâh. İran sineması bahsetmeye, açılım yapmaya, üzerine gitmeye, üzerinde düşünmeye değer bir sinema. Bu sinemanın dertlerini, endişelerini, gayelerini, fotoğraflarını, hüznünü en önemlisi teklifini daha sarih kavrayabilmenin yolu da buradan geçiyor zaten. Onu irdelemekten, ona kulak vermekten. İran sinemasını deşmeye devam edeceğiz inşallah…

6 Ocak 2009 Salı

YUSUF’UN BÜYÜK HİKÂYESİ

Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesinden ikincisi; yani ‘Süt’ vizyona girdi. Kaplanoğlu bu üçlemeyi geçmişe doğru Yusuf ana karakteri üzerinden ilerletiyor, haliyle Yumurta’da artık gençlikten orta yaşa doğru usullacık yürüyen Yusuf’un bu defa ergenliğini seyrediyoruz Süt’te. Bu anlamda diyebiliriz ki Süt Yumurta’ya nazaran ergenliği mevzubahis etmesi bağlamında daha karmaşık ve sivilceli. Film ilkine oranla biraz daha kapalı da diyebiliriz.

Filmin hikâyesi Yusuf’un büyük hikâyesini tamamlamak gayretiyle kurgulanmış olsa gerek ki müstakil olarak bakıldığında film seyirciyle temas edecek noktaları iyice sarihleştirmek arzusundan ziyade izleyicide Yusuf’u biraz daha kazıyabilmek daha doğru bir ifadeyle Yusuf’un kuyusuna biraz daha inebilmek derdinde. Evvela şunu ilk elden söyleyelim ki Semih Kaplanoğlu böyle bir üçleme yaparken Yusuf ismini seçmekle –ki bu muhtemelen bilinçli bir tercihtir- izleyicisine daha baştan çok köklü bir hikâyeden bahsedeceği ipucunu ister istemez vermiş durumda. İrfani geleneğimizde Yusuf, hakikatin şiir ve rüya burcundan tecelligahı olmak gibi bir ünle müsemma. İzlediğim ve anladığım kadarıyla Kaplanoğlu bu geleneksel kodu, bu tasavvufi zaviyeyi göz ardı etmeksizin anlatıyor hikâyesini. Daha doğrusu yanlış okuma yanılgısına düşmeyi de göz alarak şunu söylemek istiyorum: yönetmen hikâyesinin çekirdeğine aslında bunu yerleştirmiş de anlattığı diğer hikâyeler özden sapmaksızın bu kod etrafında döneniyor sanki. Yusuf’un düştüğü kuyu bizim medeniyetimizin son yüzyıllarda düştüğü derin kaos kuyusu veya dünyanın hızla içine düştüğü büyük karanlık da olabilir yahut bizatihi insanın kendinden taşra düşmesi yani Âdem’den beri insanın öz yurdundan ıraklığı da olabilir. Bunlar farklı okumalarla neticelenecek sonuçlar değil de bir yerden bakınca aynı anlama denk düşecek yorumlamalardır diye düşünüyorum. Gelgelim Kaplanoğlu bu öz hikâyelerin berisinde alelade ayan beyan bir hikâye de anlatıyor olabilir lakin ardına düştüğü sinemasal kaygı seyirciyi bu okumalara salabilecek denli naif, derin ve velut. Yeri gelmişken söyleyelim: Kaplanoğlu güttüğü sinema derdi ve kendine dair ince meseleleriyle Türk sinemasında yeni bir damar açmanın eşiğine -evet bunu çok rahat söyleyebiliriz- gelmiştir. Bu coğrafya Kaplanoğlu’nun temasa yeltendiği hikâyelerin binlercesini bağrında taşıyor ve bu büyük imkân Türk sinemasına kuvveden de olsa büyük bir umut bağlamamıza sebebiyet veriyor. Bu ‘hüznün mesnevisi’ artık yazılmalıydı ve Kaplanoğlu yangına su taşıyan karınca misali işe bir yerlerinden başlamış görünüyor. Bir temaşa sinemasıyla Nuri Bilge, sahici gerçekçilik kaygısıyla Demirkubuz işin diğer ana damarları. Lakin ben kendi adıma bu üçlü içerisinde en umut bağladığım kişi olarak Kaplanoğlu’nu görüyorum. Nitekim sinemanın evrensel diline yerlilikle erişilebilineceği gerçeğine bu üç yönetmen arasında en çok sahip çıkanı o. Nuri Bilge kendi hikâyesini, Demirkubuz da bizim hikâyemizi anlattığı müddetçe de her daim bu evrensel dile yekinecek bir dile erişeceklerdir diye düşünüyorum.

Buraya kadar filmin kendisinden pek bahsetmediğimin farkındayım lakin film esas itibariyle bahsedilecek bir film de değil zaten. Kaplanoğlu zaten filmin en başında genç kızın ağzından yılanı çıkarırken de –ki bir hayli enteresan bir sahnedir ve ürkütücü- bize bir takım eğretilemeler, imgeler, simgeler ile yola çıkacağını haber veriyordu. Yumurta’da Yusuf’un gördüğü rüya (kuyunun içinde, ceketi kuyu çıkrığına asılı),köpekle cebelleşmesi gibi çok fazla kapalı olmayan metaforlarla işi kotaran Kaplanoğlu bu defa bir hayli öznel ve farklı okumalara açık metaforlarla, simgelerle çıkıyor karşımıza. Biraz da ergenlik düşleri gibi; anlaşılması güç, buğulu, derin. Bunun yanında izleyicisini hemencecik bulabilen göndermeler de yok değil. Sivil şiirin babası Ece Ayhan’ın ışık düğmesinin altında asılı devlete küfür gibi duran resmi,’Oluşum’ dergisine şiirler gönderen emekçinin İlhan Berk’in ‘yalnızca fakirler iyi şiir yazar’ sözünü hatırlatır duruşu, Yusuf’un alkolik edebiyat hocasının Cumhuriyet edebiyatına değgin anımsattığı alkol miti vs vs. Bir de hemencecik temas etmek istediğim bir husus daha var: gerek Nuri Bilge gerek Reha Erdem gerekse Kaplanoğlu taşra bunalımı mevzusuna eğilen yönetmenler, lakin anlamakta güçlük çektiğim bir husus var; bu taşranın hiç mi yüzü gülmez, hiç mi bir ironi, mizah, humuor yoktur bu taşrada, doğrusu pes! Bizim en büyük mutasavvıflarımızdan Hoca Nasreddin’i bir düşünün. Bu topraklar hüzne ne denli mütemayil ise mizaha da o denli içkindir, neden bunu göremez bu yönetmenler. Ayriyeten sinemalarında en büyük ortak eksik gibi duran ‘tempo’yu tutturmanın en kolay ve kalifiye yolu bizatihi mizah ile hicranı aynı anda yoğurmaktan geçiyor iken. Bunu anlamak gerçekten çok zor. Bu mizah mevzusu apayrı ve çok uzun bir mevzudur, bu bahsi o yüzden burada keselim.

Nihai olarak Süt, ‘her filmimde biraz daha sadeleşmek istiyorum’ diyen Kaplanoğlu’nun gerçekten de sadeliğini ve yalınlığını korumayı başarırken iç içe ve halka halka hikâyelerini anlattığı duru ve derin bir film. Sütün kendisi gibi…