22 Ekim 2010 Cuma

ÇOĞUNLUK VE YENİ SİNEMACILAR


47.Uluslararası Antalya Altın Portakal film festivali bu yıl ödüllerinden, filmlerinden çok davet ettiği bir yönetmen vesilesiyle gündeme geldi. Ünlü “Sırp” yönetmen Emir Kustirica’nın Antalya’ya davet edilmesi Türkiye’deki vicdan sahiplerini bir hayli kızdırdı ve çok şükür ki Kusturica’nın da gelmesi ile gitmesi bir oldu. Bu noktada Semih Kaplanoğlu’nun tavrı bence son derece önemliydi, sanatın en nihai hedefinin insan olduğunu belirten Kaplanoğlu, katliamı yok sayan veya azımsayan bir kişi ile ki bu çok iyi bir yönetmen olsa bile aynı havayı teneffüs etmenin kendi kişiliğine yakışmadığını düşünmüş olacak ki festivale katılmadı.
Festivalde” en iyi film” ve “en iyi yönetmen” ödülünü alan” Çoğunluk” açıkçası merakla izlemeyi beklediğim bir filmdi. Festivalden hemen sonra filmi görme imkânı bulabildim. Yarışan diğer filmlerin çoğunu henüz görmedim ama Seren Yüce’nin filmi açıkçası birinciliği hak etmiş. Gerek senaryosu (Önder Çakar faktörü olsa gerek) gerek yönetmenlik yeteneği filmi iyi bir film haline getirmiş, tabi temiz oyunculuklar da cabası. Filmi izledikten sonra ilk tahlilde aklıma gelen ”yeni sinemacıların” Türk sinemasına değer katmaya devam ettiği fikriydi.Film muhafazakâr-orta sınıf bir ailenin tek çocukları olan kahraman üzerinden yürüyor ve film çok net bir biçimde muhafazakâr orta sınıfı tartışmaya açıyor.Onların hayata bakışları,insanlara bakışları,dine bakışları,çocuk yetiştirmekten ne anladıkları,Kürt'lere bakışları,işçilere bakışları film boyunca irdelenen mevzular.Neredeyse her bir konuda kendilerine yetecek kadar bir bilgileri olan,yaşamak için gerekli her şeye sahip ama insanlığın tanımından bir hayli uzak bir sınıfın muhteşem bir eleştirisi.Silik bir anne,dayatmacı bir baba ve onların mahsulü kafası hayli karışık bir delikanlı.Türkiye’nin birçok sorununun arkasında yatan askeri yanlışlığı hiç görmeden,Kürt'leri bir kere bile dinlemeden,işçilere kulak vermeden,laik devletin hazırladığı metinleri papağan gibi tekrar eden imamlardan her Cuma birkaç parça ders çıkaran veya çıkardığını zanneden bir sınıftan bahsediyoruz ve film inceden inceye şunu haykırıyor:ne yazık ki bu sınıf “çoğunluk”.Patronundan hiçbir suçu yokken azar işiten işçi azınlık,okumak isteyen Van'lı Kürt kızı azınlık,anne babasından kaçıp kızların evine sığınan ve dilenen küçük kız azınlık ama ne yazık ki bu kendinden,kendi konforundan ve güvenliğinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen sınıf çoğunluk.Türkiye’nin sosyolojik anlamda kanayan yarasıdır bu sınıf ve bu ülkede bu film de dâhil birçok iyi film gişe yapamıyorsa,has edebiyat takip edilmiyorsa,edebiyat dergileri satılmıyorsa bunların arkasında yatan sebep ne yazık ki bu bahse konu olan “çoğunluk”.Bu orta sınıftan muhafazakârlığı çıkardığın vakit karşımıza yeni bir sınıf daha çıkıyor:Beyaz Türkler.Her ne kadar “Beyaz Türkler”i sevmesem de bana öyle geliyor ki bu muhafazakâr kesim bu ülke için Beyaz Türk’lerden bile daha büyük bir problem.Çünkü Beyaz Türkler de bu sınıfın yanında “azınlık”.
Filmde ve genel olarak yeni sinemacılarda gördüğüm bir sıkıntı var lakin. Nerdeyse her filmlerinde farklı farklı oyuncular ve yönetmenlerle olsalar dahi dönenip durdukları konular nerdeyse aynı bakış açısının mahsulü ve bu bakış açısı sol bir perspektif. Buraya kadar hiçbir itirazım yok hatta solculuklarını da nesli tükenmek üzere olan “has sol” olarak telakki ediyorum. Sorun ise şurada: her filmleri Türk sineması için bir değer olan bu adamlar filmlerinde bir teşhis koyuyor, ortaya çok ciddi tartışılması gereken bir mevzu atıyor, ülkenin entelektüel güruhuna yeni bir soluk üflüyor fakat bir teklif sunmuyor, çare fısıldamıyor, umut sezdirmiyor. Bu böyledir deyip geri çekiliyor. Bunun sinemaya bakışları ile alakalı olduğunu pek sanmıyorum, daha çok hayata bakışları ile alakalı bir mesele olarak görüyorum. Solcular neden bu kadar umutsuzdur Allah aşkına? Açıkçası bu soruyu kendilerine sormak isterdim. Bu söylediklerim en son filmleri olan “Çoğunluk”u da kapsıyor. Evet, gerçekçi olalım ama gerçekçilik gerçeği olduğu gibi göstermek değildir sadece o gerçeği alıp kurcalamak ve onu inatla aşkla değiştirmektir biraz da. Dünyayı bir veri olarak kabul etmek değil, kendi verileri ile dünyanın gerçeğini vuruştura vuruştura kendi doğruları ile gerçeği yeniden yaratmaktır diye düşünüyorum.
İşin özeti bu filmin sinemasal olarak iyi bir film olmakla birlikte fikri olarak da ülkenin fikriyatına, sosyolojisine ciddi bir artı değer kazandıracak bir zincirin ilk halkası olduğunu düşünüyorum. Orta sınıf muhafazakârlığının beyaz perdeye inmesi umarım bu sınıfın tartışılmasının da yolunu açar ve hatta üzerine daha fazla gidilmesinin de.

4 Ekim 2010 Pazartesi

SEN ESKİDEN ÇOK GÜZEL KAVAL ÇALARDIN

o ihanet unutulur,bu sahne unutulmaz
o ölüm unutulur,bu bakış unutulmaz.
yol unutulur,Keje unutulmaz...

27 Temmuz 2010 Salı

TARKOVSKİ'NİN GÜNLÜKLERİNDEN...


-Hakikat yaşanmalı, öğrenilmemeli.

-Sinematografik bir çalışma her şeyden önce, başka hiçbir sanat formuna uydurulamayacak bir çalışmadır. Yani sadece sinemanın kendi kaynaklarıyla ve sinema içinde yaratılabilir.

-Sinema hayatı, hayatın kendi kaynaklarıyla kayıt etmeli. Ben hiçbir kareyi inşa etmem ve sinemanın, hep sadece hayatın kendisinin imgeleriyle özdeşleştirildiği ölçüde varlığını koruyabileceğini düşünürüm.

-Eğer çekim sahnelerinin skeçlerini çizmeye başlayıp onları entellektüel olarak planlarsanız, bu sanat ilkelerine ihanet olur.

-Rengin, filmin seyircinin ilgisini çekmek için kullanılan, ticari bir buluştan başka bir şey olmadığını düşünüyorum.

-Sinema gelişmesi gerektiği gibi değil, ticari kaygıların etkisi altında gelişiyor.

-Eğer sanatçı yaşamda asıl olanı aramaktan vazgeçmişse; bunun, onun sanatı üzerine etkisi kötü olacaktır.

-Zayıflık muhteşem, güç önemsizdir.İnsan doğduğunda zayıf ve işlenmeye müsait olur. Öldüğünde ise güçlü ve nasırlaşmış,taşlaşmıştır.

-Bireyin topluma ihtiyacı yoktur, bireye ihtiyacı olan toplumdur. Birey sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın onlarla ilşki halinde olmalıdır.

-Bir insanın eğer kendi ruhu özgür değilse, tüm dünyanın bağımsız olmasından ne fayda sağlayabilir?


"Zaman Zaman İçinde Günlükler"
Andrey Tarkovski
+1 Kitap
Yayın yılı:2006

6 Temmuz 2010 Salı

GÖZYAŞLARIYLA AKAN:MUHSİN BEY


Bir filmin tarif edilemeyen bir ruhu vardır
Filmin başarısını bu sağlar.

Yavuz Turgul








Bazı filmler vardır ki sonsuza kadar yâd edileceği daha ilk izleyişte fark edilir. Bazı şiirler gibi. Bazı dostlar gibi. Bazı öpüşmeler gibi.
Muhsin Bey de bana kalırsa böyle bir filmdir. Muhsin Bey’i izleyip sokağa çıkan biri artık eski sokağa çıkışlarından biraz daha iri, biraz daha kafkaesk, biraz daha mağrur, biraz daha mağlup ve biraz daha elbet atlara yatkındır. Zira Muhsin Bey’den çıkıp kendine girer kişi artık. Böyledir. Kaçınılmaz olana el vermek gibi istemsiz ya da istemli biraz daha muhkem gözlerle bakar dünyaya. Biraz daha insan gözlerle.

Muhsin Bey ‘rağmen’in filmidir. Bu inatçı bağlaçtır filmin çığlık çığlığa sustuğu. Dünyaya, paraya, arabeske, şehrin büyüyen uğultusuna, artan kiralara, konsomasyona çıkan aşkın bu yeni haline, yani ki insanı insan olmaktan alıkoyan ‘her şeye rağmen’ inatla insan kalabilmenin adıdır Muhsin Bey. İnatla. Antla. Sevdayla. Mağlubiyetin ıssız koylarında yüzlerce yenik yüzden olma bir yüzle. Ama bilinmelidir galip sayılır bu yolda mağlup. Bizce. Biz: sonsuz sürgününde bir eksikliğin, durup durup Muhsin beyi özleyenler!
Çünki; yapma çiçekler sulamaz Muhsin Bey, pembe gömlekler düşlemez, rast makamında gezinir gündüzleri, geceleri hepten hüzzam.’ki hüzün ki en çok yakışandır bize, en çok anladığımız.’

Filmin yönetmeni Yavuz Turgul sinema anlayışında Anadolu ve Doğu motiflerini seçen ve bu anlamda filmler çeken Yılmaz Güney sonrası Türk sinemasının önemli isimlerinden biri. Turgul kendi deyimiyle ‘biz’i anlatmanın yolunu yeğlemiş ve bu uğurda kendi hikâyelerimiz ve kendi acılarımızın yansısı olarak sinemasal bir yol tutturmuş bir yönetmen. Fakat bu yolda ilerlerken bana kalırsa Turgul’un seçtiği salt gerçekçi bakış onun sinemasında kimi zaman anlam katmansızlığına yahut sınırlı anlam düzeylerinde seyretmesine sebebiyet verebiliyor. Bittabi bu zafiyetler bizim hikâyelerimizin zayıflığından değil de daha çok Turgul’un bunları yansılarken tutturduğu salt gerçekçilik tercihinden (‘olduğu gibi’lik) veyahut kendi derin dünyasını perdeye evrensel bir bütünlük zaviyesinde aktaramamasından kaynaklanıyor. Özellikle Muhsin Bey filminden (1987) sonra gittikçe kendini belli eden bu zafiyetler Gönül Yarası ve son filmi Kabadayı ‘da daha da belirgindir. Bu son iki filmde Turgul bana kalırsa gerçeği olduğu gibi göstermenin zorluklarının altından kalkamamış ve senaryo merkezli filmlerin sinemanın -başka bir şeye çoğu zaman gerek duymayan- dilinden habersizmişçesine davranmıştır. Muhsin Bey ise Turgul’un en iyi filmi olmakla beraber ayrıca kendi sinemasını da hayli aşan bir başyapıttır. Filmde her ne kadar Turgul’un teknik zafiyetleri gözden kaçmasa da( kamerayla anlatılacak olanı kahramanlara anlattıran Türk sineması sendromu) Muhsin Bey başta dediğimiz ‘rağmen’e bir de teknik ‘rağmen’lerin eklenmesiyle Türk sinemasının zirvesinde Yol ve Selvi Boylum Al Yazmalım ile beraber oturmaktadır (hatta biraz daha yukarda).
Tam da bu noktada Şener Şen’e bir parantez açmak gerekir fakat Şener Şen’e açılan parantezin kolay kolay kapanmayacağını düşünen biri olarak bu zorluğu şimdilik es geçiyorum(.fakat gene de söylemeden edemeyeceğim bir şey var, gençliğime vermenizi temenni ederim: Şener Şen değil Türk sinemasının, dünya sinemasının en büyük oyuncularından biridir. Ve uğrunda Aygaz reklâmları bile izlenir.)

Ayriyeten şu da söylenmelidir ki kanımca Raskolnikov dünya edebiyatında ne ise Muhsin Bey de Türk sinemasında odur ki bu benzetme Dostoyevski-Raskolnikov, Şener Şen-Muhsin Bey olarak da genişletilebilir diye düşünüyorum. Fakat bir farkla ki Raskolnikov olana, olmakta olana el yordamıyla müdahil olurken Muhsin Bey daha ‘efektif’ olanını seçiyor: kalbi müdahale. Yani ki Muhsin Bey biraz “duruşum mesajımdır” diyen Gandi’den,”bilen susar bilmeyen konuşur” diyen Yunus’tan,”düştümse eğer sana bakarken düştüm” diyen Cahit Zarifoğlu’ndan,”her şey benim kalbimdir, çünkü pek yaraşmaz dünyaya” diyen Turgut Uyar’dan bir yansıma, bir izdüşümüdür.

Ve sanki her bir sahnesi, her bir hareketi, her bir susuşu, her bir bakışıyla şunu haykırır gibidir Muhsin bey:
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka!