15 Mart 2009 Pazar

MECİD MECİDİ SİNEMASI

Ah kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri düşünmeye. Modern Türk şiirinin şah dizelerinden birini Mecidi’nin sinemasını anlatmak için kullanmak abes kaçmasa gerek. Mecidi sinemasıyla adeta Gülten Akın’ın nümayişini doğruluyor lakin doğrulamakla kalmıyor ‘ince şeyleri’ durup düşünüyor, düşündürtüyor. Daha ileri gidelim: Mecidi sinemasıyla hakiki olanın, gerçek olanın ince şeylerin dibinde uyuduğunu hatırlatır adeta. Lakin bunu yaparken teferruatın çıkmaz sokaklarında gezinmek yerine büyük şeyleri başlatacak küçük şeyleri işmar ediyor. Yangına sebebiyet veren kibrit çöpünün ucundan başlatıyor hikâyeyi mesela. Ve seyirciye o kibritin gençliğinde bir ormanın bir ağacının bir dalından koptuğunu da hatırlatmayı unutmuyor. Sezai Karakoç’tan alıntılarsak karanlık gecede karataştaki kara karıncanın hikâyesini anlatıyor Mecidi. İbrahim’e su taşıyan karıncanın… Âşıklara erzak taşıyan karıncanın…
Bana kalırsa sinemanın en asli işlevi şu olmalı: bir film önünde sonunda bir teklif sunmalı. Teklif, evet! Teşhisi koyup tedaviyi es geçmek bir filmi kalıcı yapmaktan alıkoyar diye düşünüyorum. Şuna binaen söylüyorum bunları elbette: teşhisi koyabilecek bir raddeye gelmiş olmak zaten nerdeyse doğanın bir yasası gibi tedaviyi de ardında getirir. Bu anlamda mesele teşhis koymaktır ama doğru teşhis. Yanlış bir teşhis ne derinlikte olursa olsun doğru bir tedavi bile gelse akabinde kimseyi sağaltmaz. Mecidi’nin sineması ise teşhis- tedavi meselesinden de öte kurmuş otağını. Mecidi bir teklif sunuyor, teşhislerden, tedavilerden sonra. Daha doğrusu öyle tekliflerle çıkageliyor ki teşhise tedaviye gerek kalmadan unutuyor insan hastalığı(nı). Allah aşkına söyleyin, parmak uçlarıyla Allah’ı arayan kör bir çocuk neyi teklif ediyor dünyaya? Sevdiği kız için kimliğini satan delikanlı? Kardeşiyle aynı ayakkabıyı değişmeli giyen çocuğun koşu yarışında birinci olması ve yorulan ayaklarını balıkların dinlendirmesi? Evet, tekliftir bütün bunlar.
Mecid Mecidi 90 yıllardan sonra dünya sinemasını adeta teslim alan İran sinemacılarının içerisinde kendine yer bulmuş bir yönetmen. Lakin onu diğer İranlı meslektaşlarından ayıran en önemli ayrım kendi diline olan yüksek sadakati. Denemiyor, başka ovalara sürüklemiyor. Kendi uzmanlık sahasını sondajlayıp sondajlayıp duruyor, yeni sular buluyor, tadı hep aynı sular. Su nasılsa her yerde sudur. O kendi suyunu arıyor. Ararken de su aramayı teklif ediyor. Mecidi’yi diğer İranlı yönetmenlerden ayıran bir başka husus ise onun geleneksel hayatı modern zamanlara nakşetmekteki kusursuz ustalığı. Bu anlamda Türk hikâyeciliğine yepyeni ve kocaman bir çığır açan Mustafa Kutlu ile benzerlikler taşıyor. Tıpkı Kutlu gibi Mecidi de geleneksel motifleri bugünü anlamak, bugünü yaşamak, bugünün dünyasını anlamlandırmak adına yayıyor hikâyelerine. Aslında bu imkân bu coğrafyada yaşayan her entelektüelin elinde bil kuvve durmaktadır ama çok azı bu imkânın böylesine aşikâr ellerinin altında durduğunun ayırtındadır.(sürekli olarak bu coğrafya bu topraklar diyerek meseleleri bağladığımın farkındayım ama umarım bu yazı ve daha ileriki İran sineması yazılarında bu noktayı daha sarihleştireceğiz. Bu topraklar diye diye ölen nice fikir adamının, münevverin hakkını teslim etmek adına bu topraklar meselesini de dallandırıp budaklandırmak elzemdir.)
Son olarak Mecid Mecidi sinemasıyla ilgili şu söylenebilir: Mecid Mecidi eskimeyen yeninin filmini yapıyor. Asıl mesele de budur gibi geliyor bana. Shakespeare’dan söylersek: nasıl ki güneş hem yenidir her gün hem eski/sevgim de yeniden söyler her söyleneni.

Yunus Melih Özdağ