15 Mart 2009 Pazar
MECİD MECİDİ SİNEMASI
Bana kalırsa sinemanın en asli işlevi şu olmalı: bir film önünde sonunda bir teklif sunmalı. Teklif, evet! Teşhisi koyup tedaviyi es geçmek bir filmi kalıcı yapmaktan alıkoyar diye düşünüyorum. Şuna binaen söylüyorum bunları elbette: teşhisi koyabilecek bir raddeye gelmiş olmak zaten nerdeyse doğanın bir yasası gibi tedaviyi de ardında getirir. Bu anlamda mesele teşhis koymaktır ama doğru teşhis. Yanlış bir teşhis ne derinlikte olursa olsun doğru bir tedavi bile gelse akabinde kimseyi sağaltmaz. Mecidi’nin sineması ise teşhis- tedavi meselesinden de öte kurmuş otağını. Mecidi bir teklif sunuyor, teşhislerden, tedavilerden sonra. Daha doğrusu öyle tekliflerle çıkageliyor ki teşhise tedaviye gerek kalmadan unutuyor insan hastalığı(nı). Allah aşkına söyleyin, parmak uçlarıyla Allah’ı arayan kör bir çocuk neyi teklif ediyor dünyaya? Sevdiği kız için kimliğini satan delikanlı? Kardeşiyle aynı ayakkabıyı değişmeli giyen çocuğun koşu yarışında birinci olması ve yorulan ayaklarını balıkların dinlendirmesi? Evet, tekliftir bütün bunlar.
Mecid Mecidi 90 yıllardan sonra dünya sinemasını adeta teslim alan İran sinemacılarının içerisinde kendine yer bulmuş bir yönetmen. Lakin onu diğer İranlı meslektaşlarından ayıran en önemli ayrım kendi diline olan yüksek sadakati. Denemiyor, başka ovalara sürüklemiyor. Kendi uzmanlık sahasını sondajlayıp sondajlayıp duruyor, yeni sular buluyor, tadı hep aynı sular. Su nasılsa her yerde sudur. O kendi suyunu arıyor. Ararken de su aramayı teklif ediyor. Mecidi’yi diğer İranlı yönetmenlerden ayıran bir başka husus ise onun geleneksel hayatı modern zamanlara nakşetmekteki kusursuz ustalığı. Bu anlamda Türk hikâyeciliğine yepyeni ve kocaman bir çığır açan Mustafa Kutlu ile benzerlikler taşıyor. Tıpkı Kutlu gibi Mecidi de geleneksel motifleri bugünü anlamak, bugünü yaşamak, bugünün dünyasını anlamlandırmak adına yayıyor hikâyelerine. Aslında bu imkân bu coğrafyada yaşayan her entelektüelin elinde bil kuvve durmaktadır ama çok azı bu imkânın böylesine aşikâr ellerinin altında durduğunun ayırtındadır.(sürekli olarak bu coğrafya bu topraklar diyerek meseleleri bağladığımın farkındayım ama umarım bu yazı ve daha ileriki İran sineması yazılarında bu noktayı daha sarihleştireceğiz. Bu topraklar diye diye ölen nice fikir adamının, münevverin hakkını teslim etmek adına bu topraklar meselesini de dallandırıp budaklandırmak elzemdir.)
Son olarak Mecid Mecidi sinemasıyla ilgili şu söylenebilir: Mecid Mecidi eskimeyen yeninin filmini yapıyor. Asıl mesele de budur gibi geliyor bana. Shakespeare’dan söylersek: nasıl ki güneş hem yenidir her gün hem eski/sevgim de yeniden söyler her söyleneni.
Yunus Melih Özdağ
28 Ocak 2009 Çarşamba
İran Sinemasına Giriş
İran sinemasının bir diğer büyüsü de Şia kültüründe aranmalıdır diye düşünüyorum. Hatta yalnızca Şia değil kadim Fars geleneğinde de aramak gerekir. Şöyle: Fars şiiri olsun Şia kültürü olsun görselliğe büyük önem atfeder. Gökçeliği görsellikte arayan, yansıtan bir kültürdür karşımızdaki. Bu da doğal olarak sinemasına diğer medeniyetlere nazaran daha büyük bir imkân veriyor.
Bu yazıyı İran sinemasına dair yazmayı düşündüğüm yazılar toplamının ilki olarak yazıyorum, bir nevi bir girizgâh. İran sineması bahsetmeye, açılım yapmaya, üzerine gitmeye, üzerinde düşünmeye değer bir sinema. Bu sinemanın dertlerini, endişelerini, gayelerini, fotoğraflarını, hüznünü en önemlisi teklifini daha sarih kavrayabilmenin yolu da buradan geçiyor zaten. Onu irdelemekten, ona kulak vermekten. İran sinemasını deşmeye devam edeceğiz inşallah…
6 Ocak 2009 Salı
YUSUF’UN BÜYÜK HİKÂYESİ
Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesinden ikincisi; yani ‘Süt’ vizyona girdi. Kaplanoğlu bu üçlemeyi geçmişe doğru Yusuf ana karakteri üzerinden ilerletiyor, haliyle Yumurta’da artık gençlikten orta yaşa doğru usullacık yürüyen Yusuf’un bu defa ergenliğini seyrediyoruz Süt’te. Bu anlamda diyebiliriz ki Süt Yumurta’ya nazaran ergenliği mevzubahis etmesi bağlamında daha karmaşık ve sivilceli. Film ilkine oranla biraz daha kapalı da diyebiliriz.
Filmin hikâyesi Yusuf’un büyük hikâyesini tamamlamak gayretiyle kurgulanmış olsa gerek ki müstakil olarak bakıldığında film seyirciyle temas edecek noktaları iyice sarihleştirmek arzusundan ziyade izleyicide Yusuf’u biraz daha kazıyabilmek daha doğru bir ifadeyle Yusuf’un kuyusuna biraz daha inebilmek derdinde. Evvela şunu ilk elden söyleyelim ki Semih Kaplanoğlu böyle bir üçleme yaparken Yusuf ismini seçmekle –ki bu muhtemelen bilinçli bir tercihtir- izleyicisine daha baştan çok köklü bir hikâyeden bahsedeceği ipucunu ister istemez vermiş durumda. İrfani geleneğimizde Yusuf, hakikatin şiir ve rüya burcundan tecelligahı olmak gibi bir ünle müsemma. İzlediğim ve anladığım kadarıyla Kaplanoğlu bu geleneksel kodu, bu tasavvufi zaviyeyi göz ardı etmeksizin anlatıyor hikâyesini. Daha doğrusu yanlış okuma yanılgısına düşmeyi de göz alarak şunu söylemek istiyorum: yönetmen hikâyesinin çekirdeğine aslında bunu yerleştirmiş de anlattığı diğer hikâyeler özden sapmaksızın bu kod etrafında döneniyor sanki. Yusuf’un düştüğü kuyu bizim medeniyetimizin son yüzyıllarda düştüğü derin kaos kuyusu veya dünyanın hızla içine düştüğü büyük karanlık da olabilir yahut bizatihi insanın kendinden taşra düşmesi yani Âdem’den beri insanın öz yurdundan ıraklığı da olabilir. Bunlar farklı okumalarla neticelenecek sonuçlar değil de bir yerden bakınca aynı anlama denk düşecek yorumlamalardır diye düşünüyorum. Gelgelim Kaplanoğlu bu öz hikâyelerin berisinde alelade ayan beyan bir hikâye de anlatıyor olabilir lakin ardına düştüğü sinemasal kaygı seyirciyi bu okumalara salabilecek denli naif, derin ve velut. Yeri gelmişken söyleyelim: Kaplanoğlu güttüğü sinema derdi ve kendine dair ince meseleleriyle Türk sinemasında yeni bir damar açmanın eşiğine -evet bunu çok rahat söyleyebiliriz- gelmiştir. Bu coğrafya Kaplanoğlu’nun temasa yeltendiği hikâyelerin binlercesini bağrında taşıyor ve bu büyük imkân Türk sinemasına kuvveden de olsa büyük bir umut bağlamamıza sebebiyet veriyor. Bu ‘hüznün mesnevisi’ artık yazılmalıydı ve Kaplanoğlu yangına su taşıyan karınca misali işe bir yerlerinden başlamış görünüyor. Bir temaşa sinemasıyla Nuri Bilge, sahici gerçekçilik kaygısıyla Demirkubuz işin diğer ana damarları. Lakin ben kendi adıma bu üçlü içerisinde en umut bağladığım kişi olarak Kaplanoğlu’nu görüyorum. Nitekim sinemanın evrensel diline yerlilikle erişilebilineceği gerçeğine bu üç yönetmen arasında en çok sahip çıkanı o. Nuri Bilge kendi hikâyesini, Demirkubuz da bizim hikâyemizi anlattığı müddetçe de her daim bu evrensel dile yekinecek bir dile erişeceklerdir diye düşünüyorum.
Buraya kadar filmin kendisinden pek bahsetmediğimin farkındayım lakin film esas itibariyle bahsedilecek bir film de değil zaten. Kaplanoğlu zaten filmin en başında genç kızın ağzından yılanı çıkarırken de –ki bir hayli enteresan bir sahnedir ve ürkütücü- bize bir takım eğretilemeler, imgeler, simgeler ile yola çıkacağını haber veriyordu. Yumurta’da Yusuf’un gördüğü rüya (kuyunun içinde, ceketi kuyu çıkrığına asılı),köpekle cebelleşmesi gibi çok fazla kapalı olmayan metaforlarla işi kotaran Kaplanoğlu bu defa bir hayli öznel ve farklı okumalara açık metaforlarla, simgelerle çıkıyor karşımıza. Biraz da ergenlik düşleri gibi; anlaşılması güç, buğulu, derin. Bunun yanında izleyicisini hemencecik bulabilen göndermeler de yok değil. Sivil şiirin babası Ece Ayhan’ın ışık düğmesinin altında asılı devlete küfür gibi duran resmi,’Oluşum’ dergisine şiirler gönderen emekçinin İlhan Berk’in ‘yalnızca fakirler iyi şiir yazar’ sözünü hatırlatır duruşu, Yusuf’un alkolik edebiyat hocasının Cumhuriyet edebiyatına değgin anımsattığı alkol miti vs vs. Bir de hemencecik temas etmek istediğim bir husus daha var: gerek Nuri Bilge gerek Reha Erdem gerekse Kaplanoğlu taşra bunalımı mevzusuna eğilen yönetmenler, lakin anlamakta güçlük çektiğim bir husus var; bu taşranın hiç mi yüzü gülmez, hiç mi bir ironi, mizah, humuor yoktur bu taşrada, doğrusu pes! Bizim en büyük mutasavvıflarımızdan Hoca Nasreddin’i bir düşünün. Bu topraklar hüzne ne denli mütemayil ise mizaha da o denli içkindir, neden bunu göremez bu yönetmenler. Ayriyeten sinemalarında en büyük ortak eksik gibi duran ‘tempo’yu tutturmanın en kolay ve kalifiye yolu bizatihi mizah ile hicranı aynı anda yoğurmaktan geçiyor iken. Bunu anlamak gerçekten çok zor. Bu mizah mevzusu apayrı ve çok uzun bir mevzudur, bu bahsi o yüzden burada keselim.
Nihai olarak Süt, ‘her filmimde biraz daha sadeleşmek istiyorum’ diyen Kaplanoğlu’nun gerçekten de sadeliğini ve yalınlığını korumayı başarırken iç içe ve halka halka hikâyelerini anlattığı duru ve derin bir film. Sütün kendisi gibi…